Türkiye Ekonomisinin Son 20 Yılı

-
Aa
+
a
a
a

YANGIN SÖNDÜ, ARSAYI KURTARDIK (*)

Prof.Dr. Nurhan Yentürkİstanbul Teknik Üniversitesi

GİRİŞ 

Türkiye ekonomisini yıllardır saran yangının bittiğini söylemek için henüz çok  erken, ama kesin olan bir şey var ki o da, bu yangın söndürüldüğünde ancak arsayı kurtarabileceğiz. Uzun dönemler boyunca yüksek faiz, değerli TL, istikrarsız iç talep, finans ve hizmet sektörlerinde yüksek karlılık gibi faktörlerin altında ezilen reel sektörden geriye ancak arsa kalacak.

Türkiye’de imalat sanayi yatırımlarının GSMH içindeki payı 1975 yılından günümüze azalma göstermektedir. 1975 yılında % 43,3 olan özel imalat sanayi yatırımlarının GSMH içindeki payı içinde bulunduğumuz yıllarda ortalama % 22 civarında seyretmektedir. İmalat sanayi yatırımlarındaki bu durgunluk iki temel nedenle ülke ekonomisinin geleceği için çok ciddi sorun yaratmaktadır. Bunlardan birincisi yirminci yüzyılın son yirmi yılına, dünya ülkeleri arasındaki rekabetin en temel unsuru olan, üretim süreçlerini tümden değiştirebilecek ve varolan sabit sermaye stokunu tümüyle atıl hale getirebilecek yeni teknolojik gelişmeler damgasını vurmuştur; Türkiye bu gelişmelere ayak uydurmak zorundadır. Diğer yandan Türkiye ekonomisinin dışa açıldığı, dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi hedeflediği son yirmi yılda toplam ihracatının içinde imalat sanayi ihracatının payı giderek yükselerek en büyük paya sahip olmuştur; imalat sanayi ihracatındaki bu olumlu trend bu sektöre yatırım yapılmaksızın sürdürülemez bir noktaya çoktan gelmiştir.  

2001 yılında uygulanmakta olan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında (GEGP), söndürülmesi amaçlanan yangının közlerinin yaratacağı tehlikenin ortadan kaldırılması yine reel sektöre bağlandı. Kamu ve bankacılık sektörlerinde reformlar devreye sokularak dengesizlikler giderilmeye çalışılırken reel sektörün kendi dengesizlikleri dikkate alınmadan ihracat artışı ve ithalat daralması hedefleri bu programa kondu.  

Halbuki Türkiye ekonomisinde reel sektörün uluslararası rekabet gücünde dengesizlikler nedeniyle ciddi sorunlar olduğunu göstergeler ortaya koymaktadır. Özetlemek gerekirse:

· Ticarete konu olabilecek olan sektörlere yatırım oranı  düşük;

· İhracat yarım asırdan uzun süredir ithalatın altında;

· 2000 yılında ihracatın % 50si  tüketim malları, % 8i yatırım mallarından oluşmakta;

· Önemli ihracatçı sektörlerin kendilerine gerekli ithalatı karşılama oranı düşük.

· İhracatçı sektörlerin ithalata bağımlılığı gittikçe artıyor;

· İthalatın % 21i yatırım ve % 65'i ara malı yani ithalata bağımlılık yüksek;

· İthalat artışındaki yavaşlama döviz kurundan çok ekonomik daralmaya duyarlı;

· Gelirin ithal tüketim malı talep esnekliği yüksek. 

Yukarıda sayılan özelliklere sahip bir reel sektör program hedeflerinde öngörülen uzun dönemli ihracat ve ithalat hedeflerini tutturabilir mi? 

I. VERİLERİN GÖSTERDİĞİ  

2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş programında kur etkisi ve iç talepte yaşanan daralma ile ihracatta yükselme ithalatta ise azalma beklenmektedir. İhracat artışı ve ithalat duraklaması beklentisi,  % 6 civarında büyüme hızlarının hedeflendiği 2002 ve 2003 yılları için de geçerlidir. Acaba programdaki ihracat ve ithalat hedeflerine ulaşılabilecek mi? Bu soruya cevap verebilmek için hangi sektörlerin son 20 yılda ne kadar yatırım yaptıklarını, hangi sektörlerin iç talepteki kısılmaya ve fiyat düşüşüne ihracat artışı veya ithalat azalışı olarak cevap verebileceklerinin dikkatlice incelenmesi gerekmektedir.  

2001 ve sonrasının ihracat ve ithalat hedeflerinin gerçekçiliğine ilişkin bir inceleme alt sektörlere inmeyi gerektirmektedir. Bu nedenle önce sektörel yatırımları iki temel ayırıma göre incelemekte yarar vardır. Bu iki temel ayırım tarım, imalat, maden ve turizmi içeren uluslararası ticarete konu olan sektörler, diğeri ise geri kalan hizmet sektörlerini içeren ticarete konu olmayan sektörlerdir[1]. 1980 sonrası özel kesim yatırımlarının ticarete konu olan ve ticarete konu olmayan sektörler arasında dağılımının incelenmesi ortaya ilginç sonuçlar çıkarmaktadır: 1980 yılından sonra yatırımların sektörel dağılımında ortaya çıkan gelişmeler, yapısal uyum politikalarından beklenenin tersine bir gelişme göstermektedir. Grafik 1 ’den Türkiye’de yatırımların ticarete konu olan ve olmayan sektörler arasında nasıl dağıldığı izlenebilir. 1980 yılından önce  ticarete konu olan özel kesim yatırımlarının GSMH içindeki payı 1971-1976 arası % 7.9;  1977-1979 arası % 6.9 civarındadır. Bu oran 1980 yılında % 5’e düşmüş ve 15 yıl aynı düzeyde kalmış ve 1993 yılından itibaren % 6’ya yükselmiştir. 1999-2000 ekonomik kriz yıllarında ise yine % 5’e gerilemiştir.  

Halbuki özel kesimde ticarete konu olmayan sektörlerin GSMH içindeki payı  1981 yılında % 6’ya düşmüş, 1985 yılında  artış göstermeye başlayarak 1994 yılında % 13’e yükselmiştir. Bu oran 1998 yılına kadar korunurken, kriz yılları olan 1999-2000 arasında yine % 11’e gerilemiştir. Özetle denilebilir ki, dışa açılma politikaları ile birlikte, Türkiye’de içe dönük sektörlerin yatırım oranlarında bir artış görülürken, dışa açık sektörlerin yatırım paylarında bir duraklama söz konusu olmuştur.  

Ticarete konu olmayan sektörler içinde en önemli paya sahip olan imalat sanayinin yatırım, katma değer ve ihracat trendlerinin incelenmesi reel sektördeki aşınmanın boyutu konusunda bir fikir vermektedir. Grafik 2’de görüldüğü gibi [2], 1980 yılından itibaren imalat sanayi ihracatı çok hızlı bir artış göstermektedir. İhracattaki bu artışı cılız denebilecek bir katma değer artışı izlemektedir. İmalat sanayi yatırımları ise 1978-79 krizi ile başlayarak azalma göstermiş, bu azalma 1980 yılından sonra da sürerek 20 yıl boyunca sabit sayılacak düzeyde kalmıştır. 1994 yılındaki devalüasyondan sonra ortaya çıkan imalat sanayi ihracat artışının üretim ve yatırım ilişkisi de 1980 yılına göre bir farklılık göstermemektedir. 20 yıl boyunca yatırım ve üretimden oldukça kopuk bir ihracat artışını etkileyen politikalar nelerdir? Bundan sonraki bölümde bu politikalar ve reel sektörün rekabet gücü üzerindeki etkileri incelenecektir.  

II.UYGULANAN POLİTİKALAR VE REEL SEKTÖRÜN REKABET GÜCÜ 

II.1)  1980-1988  Dışa Açılma 

İhracata yönelik sanayileşme stratejileri, IMF tarafından, 1970’lerden sonra önemli döviz darboğazı yaşayan gelişmekte olan ülkelere sanayileşmelerini dış pazarlara yönelik olarak sürdürmelerini önerilen bir stratejidir. Türkiye 1978-1979 yıllarında yaşadığı önemli döviz darboğazından sonra bu stratejiyi izlemeye başlamıştır. Ekonomik istikrar önlemleriyle başlayan ve 1980’den sonra uygulamaya koyulan bu sanayileşme stratejisi ile  önemli bir ihracat artışı sağlanmış (Tablo 1 , satır 1) ve bu ihracat artışı daha çok imalat sanayi ürünlerinde yoğunlaşmıştır.

Türkiye’de, 1980 yılından sonra uygulanmaya başlanan ihracatı artırma politikalarının dayandığı uygulamalar devalüasyonlarla paranın değerinin düşürülmesi; iç talebin ve işgücü maliyetlerinin düşürülmesi; ihracata sağlanan doğrudan parasal destekler olarak özetlenebilir. Ancak Grafik 2 ’de de görüldüğü gibi, Türkiye’de 1980’den sonra sağlanan ihracat artışı esas olarak üretim kapasitesini artırma yönünden önemli bir sanayileşme atılımını birlikte getirmemiştir. İmalat sanayi üretim ve yatırım artışı ihracat artışının çok altında seyretmiştir [3].

Uygulamanın ilk on yılında, yani 1980’li yılların sonlarına kadar, daha çok 1980 öncesi dönemden devir alınan sanayi kapasitesi daha etkin kullanılarak ve üretim maliyetinden çok, ihracat fiyatları düşürülerek bir ihracat artışı sağlanmıştır. İmalat sanayi yatırımlarının yanı sıra üretiminin de hızlı bir artış göstermemesi, iç talebin kısılması ile atıl kalan üretim kapasitesinin dış pazarlara yönlendirildiğini göstermektedir. Bu nedenle bu politikaları ihracata yönelik sanayileşme statejisi olarak adlandırmaktan çok ihracatı artırma politikaları olarak adlandırmak daha doğrudur.

1980-1989 arası Türkiye’de de uygulanan mal hareketlerinin serbestleşmesinin yatırımlar üzerindeki olumsuz sonuçlarının nedenleri gerek Dünya Bankası'nın çalışmaları gerekse Dünya Bankası'nın yaklaşımını eleştiren çalışmalar tarafından ortaya konulmakta ve gelişmekte olan ülkelerde yapısal uyum politikaları ile birlikte yatırımların azaldığı sonucuna ulaşılmaktadır. 

Her ne kadar Dünya Bankası raporları yatırımlarda ortaya çıkan bu olumsuz gelişmeleri politik belirsizlik ve reformların yavaş yapılması gibi nedenlerle "yatırımlarda bir dinlenme" olarak yorumluyorsa da, uygulanan yapısal uyum politikalarında köklü bir "yatırımları durduran sapma" (anti-investment bias) olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bu görüşe göre, gelişmekte olan ülkelerin yapısal uyum politikaları sonucu sağladıkları en önemli başarı olarak değerlendirilen ihracat artışı, yatırımlardaki bir artışa bağlı değildir. 

İhracata dayalı büyüme politikalarının en önemli uygulamalarından olan devalüasyonların yatırım mallarının göreli fiyatlarını olumsuz etkilediği söylenebilir. Devalüasyon ile birlikte, yatırım mallarında ortaya çıkan bu maliyet artışı ticarete konu olan sektörlerin ve olmayan sektörlerin kârlılıklarını ve yatırım kararlarını farklı şekillerde etkileyebilir mi? Evet, çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi burada ürün fiyatlarındaki artış önem kazanmaktadır. Ticarete konu olan sektörlerde fiyatlar dışa açılma ile birlikte uluslararası "tek fiyat"a doğru inmektedir. Özellikle, dışa kapalı dönemde Türkiye gibi yüksek maliyet ve yüksek kârlarla üretim yapmaya alışmış olan bu sektörlerde dışa açılma sonucu ihraç edilen ürün fiyatlarında önemli bir düşüş yaşanmıştır.   

Ticarete konu olmayan sektörlerde ise ürün fiyatlarında ciddi bir artış yaşanmıştır. Özel sağlık, özel eğitim, danışmanlık, reklam, bankacılık vs. gibi hizmetlerde son 15 yılda yaşanan fiyat artışı buna örnek gösterilebilir.  Ticarete konu olmayan hizmet sektöründe, yatırım maliyetindeki artışların ürün fiyatlarına yansıtılarak telafi edilebilmesi kârlılığı artırarak yatırım kararlarını olumlu etkilemektedir.  

Dışa açılmadan önceki yıllarda gelişmekte olan ülkelerin ticarete konu olmayan sektörlerinin fiyatları uluslararası fiyatların çok altında, ticarete konu olan sektörlerin fiyatları uluslararası fiyatların çok üzerinde iken, dışa açılma ile birlikte, ticarete konu olan sektörlerin fiyatları düşmekte ve ticarete konu olmayan sektörlerin fiyatları yükselmektedir.  Bu olgu UN, International Comparison Programme (ICP) verilerinin sonucunda da ortaya çıkmaktadır. 

Yukarıda özetlenen gelişmeler yapısal uyum politikalarının bir çok gelişmekte olan ülke üzerinde görülen etkileridir. G.D.Asya ülkeleri yatırım malları maliyetini düşürmeye yönelik politikalar uygulayarak ve özel olarak bunları ticarete konu olan sektörlerde yoğunlaştırarak göreli fiyat hareketlerini dışa açık sektörler lehine çevirebilmişlerdir. Böylece yatırım maliyeti düşürülerek ihracat artışının yeni yatırımlara ve  verimlilik artışına  dayandırılması söz konusu olmuştur.  Halbuki Türkiye, uyguladığı ihracatı teşvik politikaları ile bu olumsuz gelişmeyi pekiştirmiştir. Çünkü, Türkiye'de 1980'den sonra yatırım maliyetini düşürücü ve verimlilik artırıcı teşviklerden çok ürün fiyatını uluslararası fiyatlara indirmeye yönelik teşvikler (sübvansiyonlar, işçi ücretleri) ön plana çıkarılmıştır. Diğer yandan verilen bu teşvikler, üreticiden çok, az sayıda dış ticaret firmasına yansıtılmış ve kârlılığın ihracatçı/imalatçı firmalarda yoğunlaşarak yatırımlara dönüştürülmesi sağlanamamıştır.  

Böylece, Türkiye'de 1980-1988 arası uygulandığı öne sürülen "ihracata yönelik sanayileşme" politikaları, ihracat artışı sağlamakla beraber, reel sektörün yapısal bir rekabet gücü kazanması açısından başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bir başka deyişle ihracat artışı sanayileşmeyi ve yeni yatırımları beraberinde getirmemiştir. 

II.2) 1989-1994 Finansal Serbestlik 

Türkiye 1989 yılında hızlı bir kararla ve oldukça dengesiz bir ekonomiyle IMF’nin mal hareketlerinin serbestleşmesinden sonra önerdiği finansal serbestliğe adımını attı ve hemen sonra, 1990 yılında dünya konjonktürüne damgasını vuran spekülatif sermaye hareketlerinin gelişmekte olan ülkelere yönelmesi şeklinde özetlenebilecek bir gelişme ile karşı karşıya kaldı (Tablo 1 , satır 5, 6).  1990 yılından sonra aşırı spekülatif sermaye girişinden etkilenen her gelişmekte olan ülkede, ülkenin kendi iç koşullarından bağımsız olarak, ekonomik dengelerde olumsuz etkiler ortaya çıkmıştır. Bunların arasında, yatırımların ticarete konu olmayan sektörlerde yoğunlaşmasını doğrudan etkileyen üç faktörden söz edilebilir: yerli paranın yabancı paralar karşısında değerlenmesi, faiz oranının yükselmesi ve iç talebin artması. 

i)Yerli paranın değerlenmesi 

Finansal hareketlerin serbestleşmesi sonucu ortaya çıkan spekülatif sermaye girişi, yerli paranın yabancı paralar karşısında değer kazanmasına yol açarak ihracat ürünlerinin dış fiyatlarının artmasına ve ithalatın ucuzlamasına neden olmaktadır. Bu olgu spekülatif sermaye atağı ile karşı karşıya kalan bütün gelişmekte olan ülkeler için geçerlidir. Dış ve iç pazarlarda uluslararası rekabet gücünün çok azalması ile sonuçlanan bu dönemde Türkiye’de imalat sanayi ihracatı ve üretimi azalma göstermiştir (Grafik 2). İmalat sanayi yatırımlarındaki durağanlık devam ederken ticarete konu olmayan söktörlerdeki yatırım trendi hızlanmıştır (Tablo 1, satır 18 ve Grafik 1 ).   

Uluslararası rekabet gücünün azalmasının en doğal sonucu ticarete konu olan sektörlerde yatırımların azalmasıdır, çünkü ihracatçı sektörlerde rekabet gücünün azalması nedeniyle yatırımlardan uzaklaşma, ithalatla rekabet eden sektörlerde ise ürün ithalatın ucuzlaması nedeniyle yatırımlardan uzaklaşma eğilimi ortaya çıkmaktadır. Ticarete konu olmayan sektörlerde ise, uluslararası rekabetin olmaması nedeniyle,  ucuzlayan ithalat yatırımların maliyetini düşürücü etki yaparak yatırımları teşvik etmektedir.  

ii) Faiz oranının yükselmesi 

Spekülatif sermaye girişi sonucu yatırımların sektörel dağılımını etkileyen diğer bir unsur artan faiz oranlarıdır.  Faiz oranı reel yatırımlarla finansal yatırımlar arasında tercih yapılmasını belirleyen bir faktördür ve finansal araçların getirisinin yükselmesi reel yatırımları azaltıcı rol oynamakta ve yatırımlar finansal sektöre yani ticarete konu olmayan sektörlere yönelmektedir.  

Diğer yandan, yeterli kaynak ayrılamadığı için eğitim, sağlık gibi kamu hizmetlerinin yetersiz ve kalitesiz olmaya başlaması, özel sektöre rekabetin olmadığı ve yüksek kârlılığın geçerli olduğu bir alan yaratmakta ve özel sektör yatırımlarının ticarete konu olmayan sektörlerde yoğunlaşmasında etkili olan bir başka faktörü oluşturmaktadır.  

Beklenenin tersine, yüksek yabancı kaynak girişine rağmen faiz oranının düşmemesinin en önemli nedeni yabancı sermaye akımlarının gelişmekte olan reel yatırımlardan çok, spekülatif yatırımlara yönelmiş olmasıdır. Sadece kısa dönemli kazançlara yönelik oldukları için, spekülatif sermaye girişi reel yatırımlara dönüşmemektedir. Türkiye’de görülen bu olgu nedeniyle, 1989-1994 arasında finansal sektör reel sektöre kredi vermekten çok tüketici kredisi oranını artırmış ve kamu iç borç senetlerine yönelerek kamu kağıdı ticaretinde yoğunlaşmıştır (Tablo 1 , satır 9). Bankalarca yüksek açık pozisyon kullanılarak ülkeye akıtılan kaynak reel sektöre aktarılarak yatırıma dönüşememiş, aşırı dolarlaşma ve likitide riski yaratarak kırılganlığı artırmıştır.

Finans sektörünün reel sektörden kopmasını, reel sektörün reel sektörden kopması izlemiş ve incelediğimiz dönem boyunca reel sektörün kârlarının önemli bir bölümü faaliyet dışı kârlara kaymıştır. Bu olgu İstanbul Sanayi odasının her yıl yayımladığı anket sonuçlarndan gözükmektedir. Kârlılığın yüksek olduğu sektörlerde bile yatırım eğilimi düşüş göstererek tipik bir gelişmekte olan ülke sendromu olan yatırımlara dönüşmeyen kârlılık olgusu reel sektörde etkin olmaya başlamıştır [4]. 

iii) İç talepteki artış 

1989-1994 dönemine hakim olan şeytan üçgeninin son ayağı ise aşırı spekülatif sermaye girişinin neden olduğu talep artışı ve bunların yatırım, üretim ve ihracat üzerindeki etkileridir. İhracat üzerindeki olumsuz ve ithalat üzerindeki olumlu etkisi değinilmeye gerek duyulmayacak kadar açık olan iç talep artışının yatırımlar ve üretim üzerindeki etkileri ise sektörlere göre farklılık göstermektedir.  

Finansal sermaye akımlarının yatırımlar üzerinde görülen bu etkisi daha derinlemesine incelendiğinde spekülatif sermaye ile yatırımlar arasında uzun dönemli  bir ilişki olmadığı, sermaye girişlerinin yatırımlar üzerindeki etkileri daha çok artan iç talep nedeniyle dolaylı bir şekilde gerçekleştiği görülmektedir. Dolayısıyla, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve gelişmekte olan ülkelere yabancı spekülatif sermaye girişinin artması ile ortaya çıkan talep artışı, ticarete konu olan sektörlerde esas olarak ucuzlayan ithalat ile karşılanırken ticarete konu olmayan sektörlerde fiyat ve yatırım artışı olarak karşılanmaktadır. İç talep artışının reel sektör yatırım ve üretim artışı etkisi bu nedenlerle çok düşük kalmaktadır. 

Özetle, aşırı spekülatif sermaye girişi ile birlikte reel döviz kurunun değerlenmesi, faiz oranının yükselmesi ve iç talebin artması, gelişmekte olan ülkelerde reel sektörün uluslararası rekabet gücünün azalması ve yatırımların esas olarak ticarete konu olmayan sektörlere yönelmesini teşvik eden şeytan üçgenini oluşturmaktadır.  Türkiye'de, Grafik 1 ’de görülen 1989 yılından sonra ticarete konu olmayan özel sektör yatırımlarındaki hızlı yükselme esas olarak yukarıda sözü edilen bu şeytan üçgeninden kaynaklanmaktadır. Bunlara ek olarak, Türkiye, bu şeytan üçgenini uyguladığı politikalarla güçlendirmeyi başarabilmiştir. 

Şöyle ki, aşırı spekülatif sermaye girişinin ithalat hacmini artırmasını ve yerli paranın değerlenmesini bir ölçüde de olsa önlemek için Merkez Bankaları uluslararası rezerv biriktirmektedir. Ancak bunun parasal tabanın genişlemesi gibi olumsuz sonuçları da vardır. Bu olumsuzluklarla mücadelede gelişmekte olan ülkelerin başvurdukları iki temel uygulamadan söz edilebilir. Bunlardan birincisi spekülatif sermaye girişlerini caydırmak için "zorunlu karşılık oranı" koyulmasıdır. İkincisi ise parasal tabandaki genişlemeyi emmek yani bunun ekonomide enflasyonist bir baskıya neden olmasını engellemek için bu genişlemenin Merkez Bankasının piyasaya süreceği kağıtlarla sterilize edilmesidir. Örneğin bu iki politikayı sistemli olarak özerk bir Merkez Bankası aracılığıyla sürdüren Şili, Latin Amerika ülkeleri arasında 1990 yılından sonra kriz yaşamamış tek ülkedir. 

Türkiye'nin uyguladığı yöntem ise hem faiz oranlarının artmasına neden olmuş hem de enflasyonist genişlemeyi sürdürmüştür. Bu yöntem parasal tabandaki genişlemenin Merkez Bankası tarafından sterilize edilmesi yerine, büyük oranda hazinenin kağıtlarıyla likiditenin kamu tarafından kullanılır hale getirilmesidir. Bu olgu, kamunun harcamalarını artırmak için gelirlerini artırması gereğini doğurmaksızın, personel ve faiz harcamalarının artırılması olanağını sağlamıştır.

Böylece 1989-1994 arasında aşırı bir borçlanma, borcun borçla ödenmesi ve sürdürülemez bir faiz yükü ile ekonominin bir kısır döngüye girmesi göze alınarak, siyasi popülarite hesaplarına dayalı ve krizle sonuçlanacağı aşikar bir genişleme ve içe dönük büyüme dönemi yaşanmıştır. 

Bir başka deyişle, reel yatırımlardan uzaklaşılan, dışa dönük büyüme yerine içe dönük bir büyümeyi ve ticarete konu olmayan sektörlere yatırımları teşvik eden politikalar, 1980-1989 döneminde olduğundan daha güçlü bir şekilde 1989 sonrası döneme damgasını vurmuştur. Reel sektörün ulusalararası rekabet gücü çok aşınmış, Cumhuriyet tarihinin en büyük dış ticaret açığı bu dönemde verilmiştir. İhracatın ithalatı karşılama oranı yeniden 1980 yılı seviyesine düşmüştür (Tablo 1 , satır 1).  

II.3)  1995-1999  Kriz erteleme 

1989 sonrası ekonomide yaşanan dengesizlikler 1994 krizinin temel nedenleri olmakla birlikte 1993 yılının son yarısı ve 1994 yılının ilk üç ayında  yapılan siyasi ve iktisadi yanlışlar krizin patlamasına neden olmuştur. Yüksek devalüasyon ve 1994 krizinden hemen sonra açıklanan 5 Nisan paketi sadece 1994 ve 1995 yıllarında bazı olumlu sonuçlar yaratabilmiştir. Bunların başında devalüasyon nedeniyle  ihracatın ithalatı karşılama oranındaki düzelme, çifte vergileme ve cari harcamaların düşürülmesi nedeniyle kamu açıklarında bir azalma, kısa dönemli sermaye girişindeki azalma gelmektedir. Ancak 1996 yılı ile birlikte yeniden tüm göstergelerde gözlenen geriye dönüş dengesizliklerin baskın karakterde olduğunu ve alınan önlemlerin yeterli olmadığını göstermiştir  (Tablo 1 ).  

1996 yılında yine hızlı bir spekülatif sermaye girişi, dolarlaşma ve döviz kurunda değerlenme göze çarpmaktadır (Tablo 1, satır 5, 6, 8 ve 20). Bunun en temel sonucu dış açığın büyümesi ve ihracatın ithalatı karşılama oranındaki düşmedir (Tablo 1, satır 1). Faiz harcamalarının payı artış gösterirken faiz oranlarında bir yükselme kriz öncesinde olduğu gibi sonrasında da kendini göstermektedir (Tablo 1, satır 13 ve 22). Tablo 1 , satır 24’te görüldüğü gibi, Türkiye’de, 1989 yılından sonra sıcak paranın getirisi[5]  dünya ortalamalarının çok üzerinde seyretmiştir. Bu oran 1993 yılında dolar bazında % 17,2 iken 1995 yılında % 46,8 olmuştur.  

En temel dengesizlik göstergelerinden biri olan büyüme hızına baktığımızda krizden önce 1993 yılında %8.1 oranında bir büyüme, kriz döneminde %6,1 oranında bir daralma, krizden sonra 1995 yılında yeniden %7,9  oranında bir büyüme yaşanmakta ve ciddi bir istikrarsızlık varlığı ortaya çıkmaktadır (Tablo 1, satır 17). Diğer yandan kriz sonrası bu dönemde ticarete konu olan yatırımların oranında her hangi bir olumlu gidişe rastlanmamaktadır (Tablo 1 , satır 18 ve Grafik 1 ).  

Özetle, 1995-1999 döneminde yani 5 yıl gibi uzun bir süre boyunca, ülke ekonomisini 1994 krizine sürükleyen ekonomik ve siyasi faktörlerde herhangi bir iyileşme ve gelişme yaşanmamış, dengesizlikler yapay tedbirlerle bastırılarak krize yol açmadan geçiştirilmeye ve olası bir kriz ertelenmeye çalışılmıştır. Bu tür bastırarak zamana yayma politikaları, bastırma olanağı ortadan kalkınca daha şiddetli krizlere yol açmaktadır. Dahası, bu şekilde kaybedilmiş olan beş yıl, Güney Doğu Asya ülkelerinin ve Çin’in ise rekabet güçlerinde ciddi bir sıçrama yaptıkları döneme denk gelmektedir.   

Depremin de getirdiği ekonomik daralmanın etkisi altında, 1999 yılının son günlerinde hazırlanan niyet mektubu ve başlanılan istikrar programı,  dengesizlikleri sürdürülemeyecek kadar artmış bir ekonomiyi, uluslararası rekabet gücü aşınmış bir reel sektörü ve siyasi popülarite hesaplarına dayalı, kaynak-harcama dengesinin hiç bir alanda gözetilmediği bir yapıyı düzeltmeyi hedeflemekteydi.

II.4)  2000  İstikrar Programı ve Enflasyonla Mücadelede Nominal Çapa  

2000 yılı istikrar programı ekonomide var olan dengesizlikleri önemli yapısal reformlar yaparak ortadan kaldırmayı hedefleyen bir programdı. Bu yapısal reformların tarım kesimi reformundan, kamu ve özel bankacılık kesimi reformuna, sosyal güvenlik sisteminin reformundan bütçe dışı fonlarda yapılacak reformlara kadar oldukça ihtiraslı hedefleri vardı. Enflasyonla mücadele esas olarak yapısal reformaların tamamlanmasına bağlanmış, döviz kurunun nominal çapa olarak kullanılması ise 18 ay boyunca ekonomiyi miyopluktan kurtarabilmek için başvurulan bir araç olarak açıklanmıştı.  En önemli eksik kalmış hedefler ise reel sektörün rekabet gücünün nasıl artırılacağı ve gelirler politikasının esaslarının neler olduğuydu. 

Enflasyon ile mücadelede programın öngördüğü yapısal reformların ve nominal çapa uygulamasının gerçekçi olup olmadıklarının ayrı ayrı incelenmesi gerekmektedir. Önce yapısal reform hedeflerini kısaca ele alalım. Programın uygulamaya konulmasından neredeyse bir yıl sonra programda yer alan yapısal reformların hemen hiç birinin gerçekleşmesi için gerekli adımların atılmamıştı. 10 yıllar boyunca temel fonksiyonu rant üretmek ve rant dağıtmak ve buna bağlı olarak siyasi popülarite kazanmak olan siyaset yapma anlayışı terk edilmeden ya da bir zorlama olmadan bu reformların yapılmasını bekleyen 2000 yılı istikrar programı, bu nedenle hayalci bir program olarak nitelendirilebilir.  

Nominal çapa uygulamasının özellikle Türkiye gibi enflasyon hafızasının güçlü olduğu ülkelerde önemli bir araç olduğu söylenebilir. Ancak bu tercih de çeşitli sorunları barındırmaktaydı. Acaba nominal çapa olarak ne kullanılacaktı ve ne süreyle kullanılacaktı?  2000 yılı programıı nominal çapa tercihini döviz kuru lehinde kullandı. Türkiye’de de bir çok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi döviz kuru enflasyon döngüsü geçerlidir. Bir başka deyişle devalüsyon ile enflasyon birlikte hareket etmektedir. Bu nedenle, eğer bir nominal çapa kullanılacaksa  döviz kurunun nominal çapa olarak kullanılması Türkiye açısından doğruydu. Ancak döviz kurunun nominal çapa olarak kullanılmasının yerli paranın değerlenmesi sürecini doğuracağı bundan dolayı da dış ticaret açığının artacağı beklenir ki Türkiye’de de bu yaşanmıştır. Tam da bu nedenle programın başarısı dış kaynak girişine çok bağlıydı. Diğer yandan kur çapası uygulamasından hemen önce göreli fiyatların mutlaka dengede olması beklenemeyeceğine göre böylesi bir durumda düzeltici devalüasyon yapılması çok önemlidir. Türkiye’de kur çapası uygulamasından önce döviz kuru değerli olmasına rağmen düzeltici bir devalüasyon yapılmamış ve bu  nedenle TL’nin değerlenme süreci daha da güçlenmiştir [6].

Ayrıca, tek bir çapanın yeterli olmayacağı ve özellikle uzun yıllardır çok hızlı giden bir geminin tek bir çapa ile durdurulmasının mümkün olmayacağı beklenmeliydi. Bu nedenle programda bir tek nominal çapa kullanılmasının, örneğin diğer önemli göreli fiyat olan faiz oranının da nominal çapa olarak kullanılmamasının, programın en önemli eksikliği olduğu söylenebilir. Halbuki, 2000 programı ile ilgili niyet mektubunda Merkez Bankası Bilançosunda parasal tabanın değişimi net dış varlıklara dayandırılmış ve net iç varlıklara ise üst limit konulmuştu. Diğer yandan niyet mektubunda para idaresinin döviz giriş çıkışına bağlanacağı, ülkeye giren dış kaynakların parasal tabanı genişletme etkisini azaltmak için sterilizasyona gidilmeyeceği ve faiz oranının tümüyle piyasa tarafından belirleneceği taahhüt edilmekteydi. 

Programda uygulanmaya çalışılan klasik reçete, faiz oranlarının düşmesinin yatırımları artıracağıydı. Esas olarak beklenen, TL’nin değerlenmesinin reel sektör üzerinde yaratacağı olumsuz etkinin düşük faiz oranları ile telafi edilebileceği ve dış ticaret açığının çok yükselmeyeceğiydi. Bu klasik reçete Türkiye için beklenen sonucu vermemiş, faiz oranının düşüşü daha önce incelediğimiz gibi uzun yıllar yatırımdan uzak duran ticarete konu olan sektörleri hızla yatırım, ithal ikamesi ve ihracat artışı yönünde teşvik edemememiştir. Tam tersine faiz oranındaki düşüş, Türkiye gibi tüketim eğilimi yüksek olan bir ülkede, bireylerin tasaruf eğilimini düşürüp tüketimi artırmıştır.  

Türkiye ekonomisinin büyüme kalıpları dikkate alınmadan uygulanan bu klasik reçetenin beklenen sonuçları vermemesi programın bir çok hedefini de saptırmıştır. Burada sadece reel sektör açısından ortaya çıkan olumsuz sonuçlara değinelim: Öncelikle reel döviz kurunun değerlenmesinin yarattığı olumsuz etkiyi telafi edecek bir yatırım artışı reel sektörde ortaya çıkmamıştır. Tüketim artışı kur çapası uygulayan bir çok başka gelişmekte olan ülkede gözlendiği gibi, kendisini tüketim malı ithalatında bir patlama olarak göstermiş ve dış ticaret artışını yükseltici etki yapmıştır. Diğer yandansa  talep enflasyonu körüklenmiş ve bu da fiyatlardaki artışın saptanan döviz kurunun üzerinde seyretmesine yol açarak TL’nin daha çok değerlenmesine ve dış açığın daha da artmasına neden olmuştur.  

Özetle, 2000 yılının başında uygulamaya konulan programının reel sektörün uluslararası rekabet gücüne bir katkısı olmadığı gibi değerlenen TL ve düşen faiz oranı tüketim eğilimini ve tüketim malı ithalatını kamçılamış ve yıllardır süren olumsuzlukları pekiştirmiştir. 2001 yılının Mayıs ayında açıklanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ihracat ve üretim hedeflerine böylesi güçsüz bir reel sektörle başlamak zorunda olduğunun ne kadar farkındaydı? Bu soruya bundan sonraki bölümde cevap vermeye çalışacağız. 

III)  2001 GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI VE REEL SEKTÖRÜN REKABET GÜCÜ          

III.1) Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının Reel Sektörün Uluslararası Rekabet Gücü Açısından Genel Değerlendirilmesi 

Güçlü Ekonomiye Geçiş programında devalüasyon  ve iç talepte yaşanan daralma sonucu 2001 yılında ihracatın 34 milyar dolar, ithalatın 47 milyar dolar civarında gerçekleşmesini beklemektedir. Bu rakamlar, 2002 yılı için ihracatta 36,5 milyar dolar ithalatta 49,9 milyar dolar; 2003 yılı içinse ihracatta 39,3 milyar dolar ve ithalatta 53,6 milyar dolar olarak öngörülmektedir (Tablo 2). Acaba programdaki ihracat ve ithalat hedeflerine ulaşılabilecek mi? Hangi sektörler iç talepteki kısılmaya ve fiyat düşüşüne ihracat artışı ile cevap verebilir? Hangi sektörler, iç pazarlardaki daralma ve fiyat artışına ithalatı azaltarak cevap verebilir? Hedeflenen büyüme hızları ile ihracat ve özellikle ithalatta beklenen gelişmeler uyumlu mu? Bu hedefler dış dünyadaki gelişmelerle örtüşüyor mu?  

TABLO 2: GÜÇLÜ EKONOMİYE GEÇİŞ PROGRAMI HEDEFLERİ

1999

2000

2001

2002

2003

İHRACAT (M. $)

29,3

31,2

34,1

36,5

39,3

İHRACATTA BÜYÜME

-6,1

6,5

9,3

7,0

7,7

İTHALAT (M. $)

39,8

53,6

47

49,9

53,6

İTHALATTA BÜYÜME

-12,7

34,7

-12,3

6,2

7,4

GSMH BÜYÜME

-6,1

6,1

-3

5

6

Kaynak: www.hazine.gov.tr

Yukarıdaki bölümlerde incelenen ve 1980’li yıllardan itibaren dışa açık sektörlerde ortaya çıkan yatırımlarda duraklama olgusu bu soruya olumlu cevap verilmesini engeller niteliktedir. Çünkü dışa açık sektörlere yatırımların duraklamış olması sonucunda Türkiye’de bu sektörlerde önemli bir ithalata bağımlılık oluşturmuştur. Yentürk (1994)’te  1985 ve 1990 Girdi-Çıktı tabloları kullanılarak Türkiye Ekonomisinde ihracatçı sektörlerin ithalata bağımlılığının diğer sektörlere oranla çok hızlı artığı gösterilmektedir. İhracatçı sektörlere yapılan yatırımların 20 yıl boyunca durakladığı bir ekonomide  uluslararası rekabet için yatırım ve ara girdi açısından dışa bağımlılığın artması  şaşırtıcı olmayan bir sonuçtur. Şaşırtıcı olan ise devalüasyonların sadece fiyat düşürücü etkisine dayanılarak, 3 yıllık yüksek ihracat hedeflerinin konulmuş olması ve ihracat hedefleri ile ithalat ve büyüme hedeflerinin birbirlerine uyumlu olmamasıdır.

Bu hedeflere kolay ulaşılamayacağına dair üç gerekçeden söz edilebilir:

i) Bu programda, devalüasyonların ihracat fiyatını düşürücü etkisi kadar ithalat girdi maliyetini yükseltmesi nedeniyle, ihracat artışı için ücretlerin düşürülmesi ve iç talebin kısılmasına  anahtar rol yüklenmektedir. Bu ise toplumsal açıdan uzun-orta vadede sürdürülebilir bir politika değildir. Hızla, yatırım ve verimlilik artışına dayalı bir rekabet gücü kazanılması gerekmektedir ki, bunun için gerekli hiç bir politika veya uygulama programda yer almamaktadır. [7] İhracat artışı hızlı bir ithalat daralması ile birlikte hedeflendiği için dış açık hedefinin en çok 1-2 yıl tutması sonrasında ise çökmesi mümkündür. Bir başka deyişle reel sektöre ve dış ticarete ilişkin hedefler, daha önceki dönemlerde olduğu gibi,  bu programda da gayet kısa vadelidir.

ii) Yapısal bir rekabet gücü dışında sadece ucuz işgücüne dayalı ihracatı artırma hedefleri uluslararası konjonktür ile de çok uyumlu değildir. Bir kere önümüzdeki yıllar için OECD gerek GSMH’de gerek cari açıkta bir daralma öngörmektedir. Diğer önemli olgu ise Çin ve benzeri ucuz işgücüne dayalı ihracat hedefleyen ülkelerin bu konuda Türkiye’ye fırsat tanımayacağıdır.

iii) Diğer yandan, Türkiye’de ithalat büyüme ile çok ilişkilidir. 1-2 yıl sonraki büyüme hedefleri ile ithalat hedefleri de uyuşmamaktadır. Hızlı büyüme, hızlı ihracat ve düşük ithalat  artış hedefleri ancak uzun yıllar yüksek yatırım oranlarına ulaşıldığında ve atıl kapasitenin varlığı durumunda söz konusu olabilir ki, bunun tam zıttı bir gelişmenin Türkiye için neredeyse 20 yıldır geçerli olduğu yukarıda gösterilmiştir. Grafik 3 ithalattaki büyüme ile GSMH’taki büyüme verilerini ve GEGP hedeflerini içermektedir. Gerçekleşmiş büyüme oranları ilişkisi incelendiğinde göze çarpan nokta %5-10 arası büyüme yaşanan dönemlerde ithalatta % 15 ile % 55 arası büyüme görüldüğüdür. GEGP’nin 2002 ve 2003 büyüme hedefi sırasıyla  % 5 ve % 6, ithalat büyüme hedefi ise % 5,8 ve 6,9’dur. Böylesi bir yüksek büyüme ve düşük ithalat bileşiminin gerçekleşmesi için hiç bir gerçekçi açıklama ve yapısal dönüşüm planı yoktur.

III.2) GEGP’nin Dış Ticaret Hedeflerinin Ekonomik Kategoriler İtibariyle İncelenmesi 

İncelemenin ekonomik kategoriler itibariyle sürdürülmesi GEGP’nin hedeflerinin gerçekçiliği konusunda daha aydınlatıcı bilgiler verecektir. Grafik 4 ve 5 ’ ithalat ve ihracat paylarını ekonomik kategorilere göre vermektedir [8].

İthalattan başlamak gerekirse  tüketim malı ithalatının  GSMH içindeki payının diğer ithalat kategorilerine göre çok hızlı arttığı görülmektedir (Grafik 4 ). 1994 yılında reel döviz kurundaki değer kaybı tüketim malı ithalatında bir azalmaya yol açmıştır. Yatırım ve ara mallarının GSMH içindeki paylarında bir azalma görülmemektedir. Tam tersine ara malları ithalatının GSMH içindeki payında görülen artış devam etmiş, yatırım mallarının GSMH içindeki payında görülen artış ise 1994 yılındaki bir duraklamadan sonra sürmüştür.

Grafik 4 ’e göre, tüketim malı ithalatı 1995 yılından sonra en hızlı yükselen ithalat türüdür. 1995-2000 döneminde, iç talebin çok yüksek olduğu 1990-1994  dönemlerinden daha yüksek bir tüketim malı ithalat artışı göze çarpmaktadır.  1995 yılından itibaren TL’nin değer kazanmaya başladığı Grafik 4 ve 5 ’ten izlenebilmektedir. TL’nin değerlenmesinin devam ettiği 1995-2000 döneminde ithalat önce her üç kategoride de hızla artmış, ancak değerlenmenin devam ettiği 1998-1999 döneminde, ekonomik daralma nedeniyle azalma göstermiştir. Ekonomik daralma yaşanan 1998-1999 döneminde ithalattaki daralmanın en sınırlı olduğu kategori yine tüketim malı ithalatıdır.

TABLO 3: KATEGORİLERE GÖRE DIŞ TİCARET VE GSMH BÜYÜME ORANLARI  (%)

1993

1994

1995

1998

1999

2000

2001*

YATIRIM MALI İTHALATI

52,5

-29,0

55,5

-3,5

-18,2

29,9

-26,3

ARA MALI İTHALATI

19,9

-14,6

51,4

-7,2

-10,1

34,4

-11,6

TÜKETİM MALI İTHALATI

42,5

-45,3

74,9

-0,2

-4,9

42,6

-31,3

GSMH

8,1

-6,1

8,0

3,9

-6,1

6,1

-4,2

YATIRIM MALI İHRACATI

11,4

33,1

15,0

6,0

29,0

19,1

29,7

ARA MALI İHRACATI

3,1

24,9

8,9

1,1

-2,8

6,8

11,0

TÜKETİM MALI İHRACATI

4,8

11,4

29,4

3,8

-3,6

0,9

6,5

* 2000 Ocak-Mayıs dönemi toplamına oranla 2001 yılı Ocak-Mayıs  dönemi artışını göstermektedir.

Kaynak: www.tcmb.gov.tr

1994 yılındaki daralma ve devalüasyonun sonucunda esas olarak tüketim malları ithalatında bir azalma göze batmaktadır (Tablo 3). Aynı yılda ara malları ithalatı ve yatırım malları ithalatı tüketim mallarına göre daha az bir düşüş göstermiştir. 1994 yılındaki istisna dışında tüketim malları ithalatında diğerlerine göre daha yavaş bir azalma olmuştur.  Örneğin 1998 ve 1999 yıllarında tüketim malı ithalatı en az düşüş gösteren kategoridir. 1998-1999 yılında döviz kurunda değerlenme süreci devam ederken ortaya çıkan ekonomik daralmanın sonucu yatırım malları  ve ara malları ithalatında bir azalma ortaya çıkmıştır. 2001 yılının ilk beş ayındaki sonuç ise her üç mal kategorisinde ciddi daralmalardır.

Özetle, ithalat hedefleri açısından, Grafik 4 ve Tablo 3’ün incelenmesinden iki sonuç çıkarmak mümkündür:

i) Döviz kurundaki değerlenmenin sürmesine rağmen ekonomik daralmanın etkisiyle ithalat kategorilerindeki azalma, ithalat-büyüme ilişkisinin önemini ve bu ilişkinin esas olarak ara malları ve yatırım malları üzerinde daha güçlü olduğunu sergilemektedir. Tüketim malları ithalatı ise döviz kuruna daha duyarlıdır. 

ii) 2001 yılındaki yüksek devalüasyonun etkisiyle (ve bundan sonra uygulanacak politikalarla TL’nin değerlenmesine izin verilmeyeceği varsayımı altında) tüketim malları ithalatı 2002-2003 yılında düşük bir düzeyde sabit kalsa dahi, yatırım ve ara malları ithalatı ihracat ve büyüme hedefine bağlı olarak hızla artma eğilimi gösterecektir. Tablo 3’de görüldüğü gibi daralma yıllarından sonraki büyüme yıllarında yatırım ve ara malları ithalatı hızla artmıştır. 2002 ve 2003 yıllarında sırasıyla % 5 ve % 6 büyüme hızı hedeflendiğine göre toplam ithalat artışının sırasıyla  % 5,8 ve 6,9 ile sınırlı kalması, programdaki kısıtlı teşvikler dikkate alındığında,  reel sektörün mucize yaratması anlamına gelecektir. Tablo 2 ve 3, Türkiye’nin ithalat hedeflerinin sadece ilk yıl geçerli olabileceğini, 2-3 yıllık ihracat ve büyüme hedefleri dikkate alındığında hedeflenen ithalata erişmenin ise çok zor olduğunu göstermektedir.

İhracatın ekonomik kategorilere göre dağılımı incelendiğinde en ilginç nokta yatırım malları ihracatının GSMH içindeki payında görülen hızlı artıştır (Grafik 5 ). Diğer yandan, yaşanan ciddi devalüasyona rağmen, 1994 yılında ve sonrasında,  tüketim malları ihracatının GSMH içindeki payında önemli bir artış yaşanmamıştır. Tablo 3’te ihracat kategorileri yıllık büyüme hızlarına göre verilmiştir. Bu tabloya göre, 1995 yılında tüketim malları ihracatında bir sıçrama görülmekte ancak bu sıçrama daha sonraki yıllarda ortadan kalkmaktadır. Yatırım malları ihracat artış hızı ise 1994 yılında yakaladıkları tempoyu sürdürebilmiştir. 

Görüldüğü gibi, tüketim malları grubuna dahil olan hazır giyim, gıda  gibi sektörlerde ihracat fiyatı düşürülerek rekabet gücünün artırılması imkanı artık sınırlıdır. Devalüasyondan sonra artış gösteren tüketim malları ihracatının önemli bir bölümü binek otomobil ihracatından kaynaklanmaktadır. 1994 krizinden sonra 1995 krizinden itibaren binek otomobili ihracatında önemli bir ihracat artışı yaşanmıştır. Bu sektör, 1990’lı yıllardan beri dışa açık sektörler içinde en çok yatırım yapan sektörler arasında yer almaktadır. 1994 krizinden sonra ortaya çıkan atıl kapasite ve yükselen iç talebin % 50’ lik bir kısmının Türkiye’de üretilemeyen daha yüksek standardta ithal otomobillere kaptırılması, otomobil sanayini  ana firmalarla anlaşma yaparak saptanan modellerin uluslararası pazarlara yönlendirilmesini zorunlu kılmıştır.

Tüketim malları sektörü içinde önemli miktarda ihracat artışı gösteren diğer bir mal grubu evde kullanılan elektrikli eşyalar arasında yer alan beyaz ve kahverengi eşyadır. Ara malları ihracatında en önemli sektörlerden olan demir-çelik, kimya, mineral, metal eşya, dokuma sektörlerinde önemli bir artış görülmemektedir. Yatırım malları ihracatındaki artış esas itibariyle makina ve ulaşım araçları sektöründe ortaya çıkmaktadır.

Tablo 4 önemli ihracatçı sektörlerin dış ticaret göstergelerini vermektedir.  Görüldüğü gibi, son yıllarda önemli ihracat artışının yaşandığı ve kısmen yatırım malları sektörüne kısmen ise dayanıklı tüketim malları sektörüne dahil olan otomotiv,  elektrikli ve elektriksiz makinalar, büro araçları ve ulaşım araçları  Türkiye’nin 1980 yılından beri konvansiyonel ihracatçı sektörlerinin hemen arkasında yer almaya başlamıştır [9]. Bu sektörler gerek toplam ihracat hacmi gerek ihracatlarındaki büyüme açısından hızlı bir sıçrama göstermişlerdir. Ancak bu sektörlerin dış ticaret dengesi açısından önemli bir zafiyet taşıdıkları görülmektedir. Bu sektörler ihracatın ithalatı karşılama oranı göz önüne alınarak incelendiğinde önemli ithalatçı sektörler arasında da yer aldıkları görülmektedir. Bu yüksek ithalat hacmi üreticilerin kendi sektörlerinden ihtiyaç duydukları ithal girdilerin yüksek olduğunu  (otomotiv yan sanayi ya da yedek parça gibi) ve ihraç edilen bir çok üründe iç pazarlarda ithalatla rekabet edilemediğini (yerli üretim otomobillerin lüks sınıftaki ithal otomobillerle rekabet edememesi gibi)  göstermektedir. Bir başka deyişle, bu sektörlerin genel anlamda bir uluslararası rekabete hazır olduklarından söz etmek mümkün değildir.

Diğer yandan, Türk otomobil sanayinin, gerek binek otomobillerde gerekse diğer otomotiv ürünlerinde  kendi ürettiği bir markası yoktur. Bu nedenle ihracatı ana otomobil firması ile yapacağı anlaşmaya bağlıdır. Bu olgu ihracatta pazar ve ürün seçimi konusunda  bazı kısıtlamaları doğurabilmektedir.  Otomobil yan sanayiinde lisans ile üretim yapan bir çok markanın karşı karşıya kaldığı bu kısıt ile ana sanayi henüz karşı karşıya kalmamıştır. Ancak bu kısıt nedeniyle  ihracat kapasitesinin  kendi markasını üreten G.D. Asya ülkeleri kadar yükselmesini beklemek yerinde olmaz. Bu olgu, çoğunluğu lisans altında üretim yapan beyaz ve kahverengi işya için de geçerlidir.

TABLO 4. ÖNEMLİ İHRACATÇI SEKTÖRLERİN İTHALATI KARŞILAMA ORANLARI ve  İHRACATLARININ BÜYÜMESİ

X m. $

M m. $

X/M

İhracatta

% Büyüme

2000

2000

2000

Ocak-Mart 2000-2001

Diğer giyim eşyası

6.243

252

24,78

3,06

Dokumacılık ürünleri

3.706

2.136

1,74

7,64

Demir ve çelik

1.865

2.422

0,77

-5,56

Meyva, sebze ve mamulleri

1.817

193

9,41

8,43

Otomotiv sanayi ürünleri

1.531

5.854

0,26

33,58

Elektrikli makina ve cihazlar

1.104

1.850

0,60

22,80

Diğer ulaşım araçları

1.094

1.701

0,64

2,28

Büro makinaları ve haberleşme cihazları

1.019

5.543

0,18

2,22

Diğer elektriksiz makinalar

844

4.905

0,17

13,45

Diğer kimyasallar (plastik ve eczacılık dışı)

796

4.198

0,19

7,21

Metal eşya

629

733

0,86

6,77

Tütün ve mamulleri

491

351

1,40

0,00

Hububat ve mamulleri

406

408

0,99

-23,99

Kauçuk mamulleri

373

369

1,01

23,81

Alçı, çimento vb. Inşaat malzemeleri

371

60

6,14

-8,79

Cam ve cam eşya

363

157

2,31

14,07

Deri ve kürkten giyim

343

12

27,75

9,92

Kaynak: http://www.foreigntrade.gov.tr

Türk otomotiv sektörü 1994 yılından sonra sağlanan ihracat artışını “küresel otomotiv sanayi ile tam entegrasyon”un sonucu olarak değerlendirmektedir.  Bazı nihai ürünlerin ihracatında olumlu sonuçlar verse de, Türkiye’nin tek otomobil motoru üreticisi olan Tofaş’ın motor üretiminden çekilmesi ve otomobil üretimi ünitesini General Motors ve Fiat’ın birleşerek kurdukları Powertrain şirketine satması [10] da bu “küresel entegrasyon”un sonucudur. Otomotiv sanayinde küresel entegrasyonun diğer sektörlerde olduğu gibi yüksek katma değerli ürünlerin üretim ve ihracatını terkederek, üretimin montaj ağırlığının artması gibi bir etki yapacağı söylenebilir. Böyle bir gelişmenin uzun vadeli bir rekabet gücü açısından olumsuz sonuçlanacağı  ve giderek otomotiv sektörünü de aynen hazır giyim sektöründe olduğu gibi sadece ucuz işgücü ile rekabet edebileceği beklenmelidir.

Ayrıca, Tofaş’ın pres ve kalıp sistemlerine ağırlık vereceği açıklaması da bu öngörüyü pekiştirmektedir. Unutulmamalıdır ki, pres ve kalıp ünitelerinin üretileceği gövde parçalarının en temel  girdisi ithal yassı çeliktir. Böyle bir “Küreselleşmenin” sonucu Tablo 4’te görülen ihracat/ithalat oranının artması olacaktır.

SONUÇ 

1980 yılından sonra uygulanan politikalar önceleri bir ihracat artışı sağlamış olsalar bile reel sektöre yapısal bir rekabet gücü kazandıramamışlardır. Yukarıda çeşitli dönemler itibariyle uygulanan politikaların ticarete konu olan sektörlere yönelik yatırım kararlarını nasıl olumsuz etkilediği tartışılmıştır. Yıllardır yatırımların oldukça durağan olduğu bu  dışa açık sektörlerin, bugün ekonominin kurtuluşu olarak görülen hızlı ihracat artışını, ithalatı çok artırmadan ve büyüme hedeflerini uzun süre daraltmadan, gerçekleştirmeleri için hiç bir gerçekçi açıklama ya da  yapısal bir sıçrama yaratacak uygulama GEGP’nda yoktur.

Yıllardır yatırımdan uzak duran bu sektörün uzun soluklu bir ihracat artışını gerçekleştirme olasılığının düşük olması sadece ithalata bağımlı olmasından kaynaklanmamaktadır. Dünya ekonomisinde son 20 yılı ihracatçı sektörlere önemli yatırım hamlesi  yaparak geçiren ülkeler zaten büyümeyen gelişmiş ülke pazarlarında, çok taraflı bir oyun olan uluslararası rekabet konusunda Türkiye ile aralarını çoktan açmış bulunuyorlar.

Bugünkü haliyle reel sektör her zamankinden daha çok dış ticaret açığı veren bir sektör haline gelmiştir. Kamu ve bankacılık sektörünün de çok büyük dengesizlikleri ve kırılganlıkları olduğu bilinmektedir. Dışarıdan borç alınarak bu kırılganlık düzeyi azaltılmaya çalışılmakta ve bu borçları reel sektörün ihracatı artırarak uzun vadede ödemesi beklenmektedir.  Halbuki program hedeflerine bakıldığında tüm ihracat ve ithalat hedeflerine ulaşılmış olsa bile 2001 yılında 1; 2002 yılında 1,7; 2003 yıllında 1, 2 milyar dolar cari açık verilmesi beklenmektedir.  Bu açığın yeni kısa vadeli dış borç ile kapatılacağı zimni bir beklentidir.

Durumu şu şekilde özetleyebiliriz:  Var olan dış borç stoğunu vadesinde ödeyeceğiz, yaşanan son krizler ve bu program süresince alınan  borçları ödeyeceğiz, 2001-2003 arası ortaya cıkacak olan cari açıktan kaynaklanan dış borcu da bunlara ekleyeceğiz. Bu çok ciddi bir tablodur.  Acaba reel sektörün böyle bir ihracat hamlesi yapıp bu dış borçları vadelerinde temizlemesi mümkün mü?  Kamu ve finans sektörünün açıklarının kapatılması ile kredi fonları reel sektöre yöneleceği ve bu sektörün uluslararası rekabet gücü için yeterli kaynağa ulaşılacağı sanılmaktadır. Uygulanan politikaların kamu ve finans sektöründe istenilen sonuçlara yol açıp açacağı varsayılsa bile, kredi kolaylıklarının artması, Eximbank’a çeşitli fonların aktarılması, reel sektör fonunun kurulması gibi parasal katkılar önemli olabilir. Ancak reel sektör için bu kadarı yetmeyecektir çünkü bilgi-teknoloji ve know-how olmadan ulusalararası rekabet gücü olmaz.

Gelişmekte olan hangi ülkeyi alırsak alalım hepsinin özellikle 80’li yılların ortalarında birkaç yıl üst üste dış kaynak transferi yapacak şekilde cari fazla verdikleri görülmektedir. Bunun neredeyse tek istisnası Türkiye’dir. Hiç bir ülkeye  nasip olmamış bir şekilde, Türkiye 50 yıldır kesintisiz dış kaynak kullanmaktadır. Jeopolitik nedenlerle şımartılan bu çocuk artık daha çok üretip daha az tüketerek dışa kaynak transfer edebilecek duruma gelene kadar öğretmeninin kötü mumalesine maruz kalacak, bilgi ve teknolojisi yeterli değilse, ucuz emek ile mal üreterek ihraç edecektir.

Özetle, bu güne kadar alışık olduğumuz tablo tümüyle tersine dönmeli, tüketimdeki artış milli gelirdeki artışın altında kalmalı, ihracat ithalatı geçmeli, kamu harcamalarındaki artış milli gelirdeki artıştan yüksek olmamalı, kredi artışı mevduat artışını aşmamalıdır. Bir başka deyişle, daha az tüketip, yurtiçi tasarrufları artırıp dış boç ödeyeceğiz.  Yani bu program özünde Türkiye’nin dış borçlarını eksiksiz ve vadesinde ödeyebilmesini garantiye almaya çalışmaktadır.

--------------------------------------------------------------------------------

(*) Gönüllü İtfaiyeci arkadaşlarıma

[1] Her ne kadar bu sektörler mutlak olarak bir gruba dahil olmasalar da uluslararası literatürde ilgili incelemeler için başvurulan temel iki ayırım bu şekilde yapılmaktadır.

[2] Türk imalat sanayinde girdi maliyetlerinin %70 lere varan kısmı girdi maliyetlerinden, geri kalanı ise ücretler dahil diğer maliyetler tarafından oluşturulmaktadır. Girdilerdeki dışa bağımlılık nedeniyle döviz kuru en önemli uluslararası rekabet gücü faktörü olarak çıkmaktadır. Diğer önemli faktör olan verimlilik artışının gelişimi ve bu gelişimin nedenlerini tartışan bir çalışma için bkz (Onaran ve Yentürk, 2001).

[3] Grafik 2 ’de görülen verilerin tümü 10’dan fazla işçi çalıştıran firmaların verileridir. Yayımlanan verilerdeki sinirler nedeniyle KOBİ’lerle ilgili benzeri bir analiz yapmak mümkün olmamaktadır.

[4] Türk özel sektör girişimcisinin yatırım alışkanlıkları ve ulusalararasılaşma ufku konusundaki sosyo-ekonomik bir inceleme için Ayşe Buğra’nın 1995 yılında İletişim yayınlarından çıkan Devlet ve İşadamları eserine bakılabilir.

[5] Sıcak paranın getirisi, ülkeye girerek TL’ye dönüp finasal yatırım aracına yatırım yapan kısa dönemli sermayenin elde ettiği yıllık getiri olarak tanımlanabilir (formül için bkz. Tablo 1 , notlar)

[6] Ayrıca, kur çapasının bir değerlenme yaratacağı ve bunun kırılgan ve açık pozisyonu yüksek olan bankacılık kesiminin eninde sonunda bir döviz atağı yapacağı tahmin edilerek, bankacılık reformunun da kur çapası uygulamasından önce yapılmaması programın başarı şansını azaltmıştır.

[7] Programdan sonra ortaya çıkan tartışmalar ışığında Eximbank kredi miktarları ve kullanım kolaylıklarından ve bir reel sektör fonundan söz edilmeye başlanmıştır. Reel sektör fonu henüz belirlilik kazanmamıştır. Eximbanka şimdilik aktarılan miktar ise hedefe ulaşmak için yeterli değildir.

[8] SITC-Rev 3’e göre Yatırım malı: Enerji makinaları, büro makinaları, kontrol cihazları, elektrikli ve elektriksiz makinalar ve binek otomobiller hariç ulaştırma araçları. Ara malı: sanayide kullanılan gıda, kimya, plastik,  kağıt, dokumacılık, demir çelik, kömür petrol doğal gaz ve türevleri, yedek parça. Tüketim malı: gıda, benzin, binek oto, ilaç, evde kullanılan elektrikli ve elektriksiz makinalar, mobilya vb.’dir.

[9] Yatırım, ara ve tüketim malı kategorilerine göre ihracat verilerinde alt sektörlere inilememektedir. Bu nedenle Tablo 4’teki sektörel verilerde otomotiv ve makina sektörlerinin tüketim ve yatırım malı kategorilerine göre ayrı ayrı tasnif edilmesi mümkün olmamıştır.

[10] Böyle bir satışın gerçekleştiği, Tofaş Murahhas azası Sayın Nahum tarafından 3.8.2001’de açıklanmıştır. Nahum benzeri oluşumların bu yıl içerisinide yan sanayinde de ortaya çıkacağını belirtmiştir.

Daha Fazla Bilgi İçin

Dünya Bankası, (1988- 992-1990), Adjustment Lending: An Evaluation of Ten Years of Experience RAL, Policy and Research Series, Washington, D.C. iki yıl arayla yayımladıkları raporlarında yapısal uyum politikalarını uygulayan ülkelerdeki gelişmeleri ele alıyorlar ve yatırımlar üzerinde ortaya çıkan olumsuz etkilerini sergiliyorlar. Bu konuda birçok ülke örneğini de içiren diğer bir kaynak Mosley, P. Harringan, J. ve Toye, J.,. (1991)  Aid and Power, vol 2. Routledge, London.

Şenses, F., (1989), “The Nature and Main Characteristics of Recent Turkish Growth in Export of Manufacturing”, The Developing Economies, vol XXVII, no 1,  p.19-33, ihracata açılmanın etkilerini türkiye çerçevesinde ele alan bir çalışma.

Yentürk, N., (1994) "Türkiye Ekonomisinde İhracatın İthalata Bağımlılığı", Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) için hazırlanmış Rapor, Mayıs, İstanbul.  Girdi çıktı tablolarını kullanarak 1985-1990 arasında Türkiye’nin ihracatçı sektörlerinin ithalata olan bağımlılıklarını ortaya koyuyor.

Akyüz, Y.(1993), Financial Liberalization: The Key Issues, UNCTAD Discussion Paper no, 56. Finansal serbestlik tartışmalarının geniş olarak ele alınıdğı ve  sonuçlarını değerlendirildiği  konuyu inceleyenler açısından çok önemli bir rapordur.

Gelişmekte olan ülkelerde finasal serbestliğin etki ve sonuçlarının tartışıldığı en temel iki kaynak olarak Calvo, G. Leiderman, E. ve Reinhart, C. (1996) Inflows of Capital to Developing Countries in 1990s, Journal of Economic Perspectives, vol. 10, no 2, pp.123-139, ve Ffrench-Davis, R. Titelman, D. ve Uthoff, A., (1994), “International Competiteveness and the Macroeconomics of Capital Account Opening”, UNCTAD Review, p. 107-123. başlıklı iki makaleye bakılabilir.

Onaran, Ö. ve Yentürk, N. (2001) Do Low Wages Stimulate Investments? An Analysis of the Relationship between Wages and Investments in Turkish Private Manufacturing Industry, İnternational Journal of Applied Economics, vol. 15, no 4. makalelerinde ücret-karlılık ve yatırım ilişkisini ele alarak Türkiye’de ücret çekişli bir sistemin olduğunu ekonometrik olarak ortaya koyuyorlar.

Yentürk, N., (1998), Ajustement et Accumulation: La Turquie, Canadian Journal of Development Studies, vol, XIX, no 1, p. 55-78, bu makalesinde, özellikle ticarete konu olan ve olmayan sektörlere yapılan yatırımları etkileyen faktörlerin neler olduğnu ekonometrik olarak inceliyor.

1994 krizi ortaya çıkış nedenleri, bu nedenlerin iktisadi ve siyasi boyutu ve sonuçları ile ilgili dört temel kaynağı beliirtmekte yarar vardır: Bunlardan Öniş, Z. (1996) Globalization and Financial  Blow-up in the Semi-periphery: Perspectives on Turkey’s Financial Crisis of 1994, New Perspectives on Turkey, no. 15, Fall, s. 1-24. esas olarak siyasi yapılara dikkat çekerken Özatay ve Yentürk iktisadi gerekçeleri tartışıyorlar. Özatay, F. (1996), The Lessons from the 1994 Crisis in Turkey: public Debt (Mis)Management and Confidence Crisis, Yapi Kredi Economic Review, vol. 7, no. 11.  s.21-37. Yentürk, N. (1999) “Short-Term Capital Inflows and Their Impact on Macroeconomic Order:: Turkey in the 1990s”, Developing Economies, vol.XXXVII, no 1.

Ulagay, O. (1994) Krize Adım Adım, Milliyet Yayınları, İstanbul. ise krizin gelişini adım adım köşe yazılarında izliyor.

Nominal çapa uygulaması ve 2000 krizi türkiye açısından ele alan ve eleştiren iki önemli çalışmadan söz edebiliriz. Bunlardan birisi Ersel, H. (2000) Ekonomik İstikrar ve Uyum Programının Neresindeyiz? İşletme ve Finans yıl 15, no 173, Ağustos 2000., diğeri ise Yeldan, E. (2001) Küreselleşma Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İletişim Yayınları, İstanbul.

UNCTAD her yıl yalımladığı raporlarında dünya ekonomisindeki gelişmeleri ele alıyor. Son 10 yıl yayımlanan raporlarda finansal serbestlik uygulamalarına sonuçlarına ve sorunlarala mücadele yöntemlerine geniş yer ayıran UNCTAD raporlarının 2001 yılı raporunda Türkiye’nin nominal çapa uygulamasından vaz geçmesi ve son krizin nedenleri ele alınyor. UNCTAD, (2001), Trade and Development Report, Geneva.